Faruk Aksoy, babasının ilk eşini bu eşinden doğan iki çocuğunu nasıl kaybettiğini ve annesi ile hayatlarının kesişmesi sonrası neler yaşandığını köşesinde kaleme aldı.
Aksoy, yazısının son kısmında ise babasının ölümü sonrası ortaya çıkan 'sandıktaki gelinlik' gerçeğini anlatarak okuyanları göz yaşlarına boğdu.
İşte Faruk Aksoy'un "Sandık" başlıklı o yazısı:
Rahmetli babam okumayı severdi. Okumak deyince kitap okumayı anlamayın. Okuyup adam olmayı, devletin okullarını bitirip meslek sahibi olmayı kastediyorum.
Babam öyle severdi yani…
Bizim memlekette okumak deyince bu anlaşılır zaten. İngiliz tiyatrosu, Türk şiiri, Rus romanı, Alman felsefesi, Anadolu insanının okumaktan anladığı şeyi karşılamaz. Okumak, matematiktir, fendir, coğrafyadır, tarihtir ve nihayetinde bunlardan alınacak yüksek notlarla girilecek iyi bir üniversitedir. Okumak hakim olmaktır, doktor, öğretmen, mühendis ve hatta ormancı olmaktır. Okumak budur…
Babam çok severdi okumayı…
Askere gidince bunun eksikliğini daha çok hissetmiş, öyle anlatırdı. Komutanları da okumuş tabi. Rütbeleri var. Bizimkinin neyi var, hiçbir şeyi. Askerlik de sayılı gün, bitince ne olacak, evine köyüne döneceksin. Hayatın boyu anlatacağın anılarını o kısa dönemde yaşayacaksın. Sonra tekrar sılaya, o takvimsiz hayata kaldığın yerden devam edeceksin.
Babam böyle olsun istememiş…
En azından çocukları için istememiş bunu. Hadi benden geçti, olan oldu, buralarda büyüdüm, bu yaşa geldim. Bari şu iki küçük çocuk okusun, onlar adam olsun, benim gibi çile çekmesin, demiş.
İSTANBUL YOLUNDA ÇOK ACI KAZA
Babam karar vermiş…
Böyle toparlanmış, ne var ne yok sarıp sarmalamış, eşyasını bir kamyona yüklemiş. İstanbul’a gelecek, burada bir ev tutacak, sonra kendine bir iş bulacak, çocuklarını okutacak, hepsini adam edecek ve onlarla gurur duyacak…Hikayesini böyle kurgulamış.
Arkadaşının otomobilini almış, karısını çocuklarını bindirmiş, önde bizimkiler, arkada kamyon, sabahın erken saatlerinde çıkmışlar yola. Trakya’dan İstanbul’a doğru geliyorlar. Epey yaklaşmışlar, böyle sabah güneşi de alınlarına vuruyor ılık ılık. Ne olduysa, nasıl olduysa… Bir anda karışmış ortalık, babam direksiyon hakimiyetini kaybetmiş, karşıdan gelen kamyonun altına girmişler, paramparça olmuş otomobil.
Babam kan revan içinde çıkmış o arabadan…
Maalesef karısı, çocukları çıkamamış, oracıkta vefat etmişler. Çocuklarını okutmak için çıktığı uzun hayat yolunun ilk kavşağında hepsini yitirmiş, kuş olup uçmuşlar.
Babam karısının ve evlatlarının mezarını acıyla kazmış…
Hepsini koyun koyuna emanet etmiş kara toprağa. İsteyerek mi olmuş, bilerek mi gitmiş o kamyonun altına girmiş, kader ne ise öyle tecelli etmiş. Yapayalnız kalmış şu koca dünyada. Geri de dönmemiş, gelmiş İstanbul’a, bir akrabanın yanına, yamacına ilişmiş. İş bulmuşlar babama. Çalışmaya başlamış. Evlat acısı, eş hasreti babamı her geçen gün biraz daha eritmiş, yemiş tüketmiş.
Bunlar yaşanırken hayatın diğer sahnesinde de bambaşka bir oyun sergileniyormuş. Annem ilk evliliğini yaptığı adamla İzmir’e taşınmış, orada bir hayat kuracaklar, çocukları olacak, mutlu olacaklar, onların da planı buymuş.
Olmamış…
Yani bir işin ucundan tutamayan, biraz beceriksiz biriymiş annemin ilk eşi. Bir gün annem karşısına almış bunu. Demiş ki, biz bu evliliği sürdüremeyiz. Sen çalışamıyorsun, beni bırak, kendine bile bakamıyorsun. Yarın çocuklarımız olur, onlara hiç bakamazsın. Yol yakınken biz ayrılalım, herkes kendi dünyasına gitsin, demiş. Adam hiç ikiletmeden, haklısın, deyip kabul etmiş. Annem de o adamdan öylece ayrılmış, İstanbul’a babasının yanına dönmüş.
Hayat akmış, mevsimler çiçek doğurmuş, mevsimler kar düşürmüş, dünya bir medrese gibi dolmuş dolmuş boşalmış.
Günün birinde tanıdıklar, eş dost aracılığıyla bizimkilerin yolu kesişmiş. Talihsiz bir kaza sonucu eşini, çocuklarını kaybeden babamla, yine mutsuz bir evlilikten kendi dünyasına dönen annem tanıştırılmış. Konuşmuşlar, anlaşmışlar sonra da şahitlerin huzurunda Allah’ın izni Peygamberin kavliyle evlenmişler.
Önce ben doğmuşum, ikinci evliliğin ilk çocuğu. Sonra kardeşlerim. Az değil, tam beş çocuk.
Babam da annem de çok dindar insanlar tabi, ibadetlerini aksatmıyorlar. Huzurlu, mutlu bir evimiz var. Babam, kız erkek demeden hepimizi okula gönderiyor, bütün imkanlarını okumamız için seferber ediyor. Biz de onun yüzünü kara çıkarmamaya çalışıyoruz. Becerebildiğimiz kadar okuyoruz, iş güç sahibi olmaya çalışıyoruz.
Yaptık, çok şükür, bazı şeyleri başardık, bu yaşa kadar geldik.
SANDIKTAKİ GELİNLİK
Şimdi size…
Bu hayat hikayesini anlatırken aslında çocukluğumdan kalma bir eşyayı…Ve o eşyanın yıllar sonra öğrendiğim hatırasını anlatıp, iyi insanlar olmamız gerektiğini, ama çok iyi insanlar olmamız gerektiğini umarım ki hissettirebilirim.
Evimizde bir köşede bir sandık vardı. Böyle bildiğiniz ceviz ağacından yapılma bir sandık. Ağır, asil, bir imparatorluk sırrını taşıyormuşçasına mağrur bir sandık.
Yılın bazı zamanlarında annem o sandığı açardı. Özenle katlanmış, naftalinlenmiş telli duvaklı bir gelinliği çıkarır, onu özenle büyük yatağın üstüne serer, kırışan, ezilen bir yeri varsa düzeltir, hatta bazı seneler o gelinliği dikkatle yıkayıp kurulayıp, özenle ütüleyip yine katlayarak o sandığa yerleştirirdi. Biz annemin sandık ve gelinlikle olan bu derin ilişkisine alışmıştık. Bizim için sıradan bir şeye dönüşmüştü.
Bizler büyüdük, hepimiz evlendik ve kuş misali uçtuk, kendi yuvalarımızı kurduk. Annemle babam hayatlarına devam ettiler. Arada onları ziyarete gittiğimizde konu konuyu açar, eski günleri yad eder, hayatımızı tazelerdik. Babamların evindeki gelinlik sandığı da o köşede durur, adeta küçük şanlı tarihimizin bir şahidi gibi bize eşlik ederdi.
GELİNLİĞİN SIRRI
Bir gün babam öldü…
Annemin eteğine toplandık, ağladık, ona sarıldık. Babam ölmüştü. Babamın vasiyetini, nereye defnedilmek istediğini, bizden bir talebi olup olmadığını sorduk.
Annem başını çevirdi, yüzüme baktı, gözlerimin içine. Başını köşede duran sandığa doğru çevirdi. Çenesini hafiften yukarıya doğru kaldırarak, başıyla sandığı işaret etti.
Oraya, tam oraya gömülmek istiyordu, onu oraya, onların yanına defnetmemizi istedi. Sadece bunu istedi, dedi.
Nasıl yani, nereye defnedilmek istedi anne, orası neresi, diye sordum.
Ayağa kalktı, sandığa doğru yürüdü, yaklaştı, yavaşça sandığın kapağını kaldırdı. Yıllardır her sene yıkayıp, ütüleyip naftalinleyip koyduğu gelinliği çıkardı, bize doğru saygıyla, özenle uzattı.
İşte buraya, bunun sahibinin yanına defnedeceğiz babanızı, dedi.
Anne bu gelinlik kimin, bu gelinlik senin değil mi, ben bunu senin gelinliğin olarak biliyordum, bu kimin, dedim.
Bu gelinlik babanın rahmetli eşinin gelinliği, bu benim değil, onun…Biz evlendiğimizde eski eşyalarından sadece bunu getirdi. O kazadan sonra babana kalan tek şey bu gelinlikti. Bana dedi ki, ölene kadar bu gelinlik sana emanet. Bunu sakla, buna kıyma. Ben bu gelinlikten bir eş, iki çocuk sahibi oldum, hepsini cennete uğurladım. Onların hatırasını sana emanet ediyorum.
Bir şey daha istiyorum, dedi…
Yarın Hak vaki olup, ömrümüz nihayete erdiğinde beni çocuklarımın, doyamadığım çocuklarımın, eşimin yanına defnedersen bunun için de ayrıca minnettar kalırım sana, dedi.
Anneme sarıldım, sıkıca, daha sıkıca…
Babam için ağlıyorduk, babam ölmüştü, fakat annemin çağları, dağları, insanları aşan bu engin hoşgörüsüne, bu merhametine, bu saygısına, bu asaletine de gözyaşı döktüm, ağladım ağladım, hiç göremediğim kardeşlerimi hayal ettim.
Biraz sonra kendime gelince annemin titreyen elleriyle tuttuğu gelinliği alıp katladım, sandığa koydum, kapağını kapattım ve saygıyla önünden ayrıldım.
Sandık, sandığımız şeylerden başka şeyleri sakladığımız bir dünyadır, bunu babam ölünce anladım…