"Hak dostu bir eren" dediği Sezai Karakoç'un İslam milleti için bıraktığı diriliş mirasını vurgulayan Mahmut Bıyıklı "Merhumun da her zaman işaret buyurduğu gibi insanlığa şifa olacak tek medeniyet hakikat medeniyet olarak adlandırdığı İslam medeniyetidir." ifadelerini kullandı.
"2018, YÜZ YILLIK RUH ESARETİNDEN KURTULUŞUMUZUN BAŞLANGICI"
Ali Taşçı Karakoç’u "Durdurulan bir medeniyetin iz sürücüsüydü" diye tanımlarken 2018 seçimleriyle ilgili üstadın şu sözlerini özellikle aktardı:
“1918 Mondros Mütarekesiyle her şeyimizi kaybettik, yüz yıllık bir esaretten geliyoruz. İnşallah 2018 yılı, yüz yıllık ruh esaretinden kurtuluşumuzun başlangıcı olacaktır.”
MAHMUT BIYIKLI: SEZAİ KARAKOÇ'UN MİRASI
Dün Şehzadebaşı’nda bir kahramanımızı daha toprağa verdik.
Acımız büyük. Bağrımızdaki ateş hala sönmedi.
Cenazede sarıldığım herkes ağlıyordu.
Uzakta olup cenazeye gelemeyen yüzlerce dostumuzun telefondan hıçkırıklarını duydum.
Gözyaşları içinde Üstada veda ettik.
Başımız sağ olsun diyemiyorduk çünkü Yusuf Genç’in dediği gibi Başımız oydu.
Başımızı, yol başçımızı kaybettik.
Sadece yakınında bulunan sınırlı insanın değil hepimizin üstadıydı.
Hepimizin hayatında silinmez izler bıraktı.
Bir dostum babamın vefatında ağlamadım ama Üstadın ölümünü duyduğum andan itibaren gözyaşlarımı tutamıyorum dedi.
Haklıydı.
O bizim manevi babamızdı.
Sadece kalplerimize zihinlerimize değil yazdıkları ve yaşadıklarıyla bir devre mührünü vurdu Sezai Karakoç.
Onun vefatıyla birlikte bir devir kapandı.
Arkasında doldurulması zor bir boşluk bıraktı.
Türk Edebiyatında yazdığı gibi yaşayan, yaşadığı gibi yazan çok isim yok maalesef.
O Edebi dünyada erdemi ve edebi muhafaza ederek nasıl yaşanacağını nasıl örnek ve öncü olunacağını anlayan herkese en güzel şekilde gösterdi.
Sezai Karakoç, bir çağ okuyuculuğunu hep sürdürdü. Bu çağın adeta tek başına ufuk açıcılığını yaptı. Durmadan yorulmadan anlattı.
Yaşadığı çağı okurken geçmişin aydınlık güzel günlerine atıfta bulunmayı ve geleceğe dair de hedef belirlemeyi ihmal etmedi.
Katı batıcı bir anlayışla değerlerin yok edilmeye Müslümanların sindirilmeye çalışıldığı bir dönemde korkuya mahal vermeden telaşa kapılmadan Uhulet ve suhuletle mücadelesini sürdürdü.
İnananlara özgüven kazandırmak noktasında önemli bir rol üstlendi. Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dan aldığı bayrağı tertemiz bir şekilde hep burçlarda tuttu.
Karakoç çağdaşı olan bazı aydınlar gibi hiçbir komplekse girmedi. Müslümanca düşünüp Müslümanca yaşadı.
Hiçbir zaman kimliğini gizlemedi. Sözünü esirgemedi. Her şey bitti denilen bir zamanda yeniden başlayabileceğimizin şuurunu yükledi. Geçmişte nasıl yapmışsak gelecekte de yaparız diyerek gençleri sürekli dirilişe hazırladı.
Büyük ve köklü bir medeniyete mensup olduğumuzun bilincini yeni nesillere nakşetti.
Diriliş fikrini her daim genç tutmayı başardı. Bu büyük milletin “bir kere daha başarabileceğinden” hiçbir zaman kuşku duymadı.
Sezai Karakoç seksen sekiz yıllık ömründe dünyaya hiçbir zaman meyletmedi. Hayatı, dünyalık bir hayat olmadı. Yaşamıyor gibi yaşadı. Hayatı sevaplar gibi yaşadı.
Rabbimizin kendine verdiği emaneti en doğru doğru ve güzel şekilde değerlendirdiğine herkes şahitlik etti.
Ömrü gibi ölümü de güzel oldu. Ölüm güzel olur mu? Ölen güzel olursa ölüm bile güzel olur. Bir şiirinde ifade ettiği gibi kendinden bir şeyler katarak ölümü de güzelleştirdi.
Cenazesinde millet mistiklerinin cenazelerinde görülen manevi hava hakimdi. Çünkü o sadece bir edip değil Hak dostu bir erendi.
Öyle inanıyorum ermişlerin mezarları yüzyıllardır nasıl ziyaretçi akınına uğruyorsa Üstadın da kabri bir türbe gibi gece gündüz demeden ziyaret edilip dualar edilecek.
Hayatında ziyaret imkânı bulamayan sayısız insan tanıyorum. Şimdi onlar da Fatihalar ve Yasinlerle üstada gelip ziyaretlerini gerçekleştirecek.
Milletimizin kadim hastalıklarından biri de değerlerinin farkına yaşarken varamamasıdır.
Sezai Karakoç’u ne akademimiz ne entelektüellerimiz ne de milletimiz yeterince değerlendiremedi. Bazıları görmek istemedi bazıları göremedi.
Üstadın fikirlerinin bundan sonra daha iyi anlaşılacağına inanıyorum. Ölürse tenler ölür. Büyük şahsiyetler ölmezler.
Onlar içinden çıktıkları toplumu aydınlatmaya devam ederler.
Sezai Karakoç da İslam milletinin önünde ebediyen bir rehber olmaya devam edecek. Gün gelecek ömrünü birlik olmalarına adadığı İslam ülkeleri de onu keşfedecek.
Haddi zatında diriliş fikrine sadece İslam ülkelerinin değil bütün insanlığın ihtiyacı olduğunu biliyoruz.
Fakat merhumun da her zaman işaret buyurduğu gibi insanlığa şifa olacak tek medeniyet hakikat medeniyet olarak adlandırdığı İslam medeniyetidir.
İslam’ın dirilişi insanlığın dirilişi demektir.
Üstad kendisini takip edenleri fikirlerinden beslenenleri hiçbir zaman yanıltmadı. Kritik zamanlarda yaptığı uyarılarda hep haklı çıktı.
Kamil mürşitler gibi izinden gidenleri selamete ulaştırdı.
Şimdi Türk dünyasının da selameti İslam dünyasının da selameti için onun izinden gitmeye ihtiyacımız var.
Onun kutlu izini sürmek bizi muhakkak aydınlığa ulaştıracaktır. Bedenler göçer fikirler bakidir. Aslında diriliş yeni başlıyor.
Hayatıyla da vefatıyla da bizi sarsan bizi dirilişe çağıran Üstada rahmet olsun. Allah’ın izniyle mekânı cennettir.
Aziz ruhu da hepimizin bize bıraktığı manevi emanetine sahip çıkmasıyla şad olacaktır.
Bize büyük bir miras bıraktı.
Medeniyetin yeniden ihyası için Üstadın mirasına sahip çıkmak boynumuzun borcudur.
Ustada kalırsa bu öksüz yapı Onu sürdürmeyen çırak utansın bilinciyle dirilişe sahip çıkacaklara selam olsun.
D. ALİ TAŞÇI: "GÖKLERİN ÇEKTİĞİ KARTAL" SEZAİ KARAKOÇ
Bugün 18 Kasım Perşembe. 16 Kasım Salı günü Sezai Karakoç, Fındıkzade’deki evinde dünya hayatına veda etti. Dün, yani 17 Kasım Çarşamba günü, ikindi namazını müteakip, Şehzadebaşı Camii’nde cenaze namazı kılınarak, caminin haziresinde toprağa verildi.
Bir gazete muhabiri gibi bu girişi niçin yaptım? 1971’den beri tam elli sene sen onu adım adım takip et, zaman zaman onunla görüş, bilinç müktesebatının büyük çoğunluğunu ondan al, kitaplarını her eline alışında kendinden geçercesine oku ve onun son gününde cenaze namazına katılma; üstelik de İstanbul’da yaşarken!
Manevi babamızı kaybetme üzüntüsü mü diyelim, cenaze namazına katılamama mazereti mi, içim yanıyor! Koronavirüs dolayısıyla karantinadayım. Ağrılarımı unuttum bu sıkıntıdan!
Üstad, yaşarken de kıymet bilenler tarafından değeri, kıymeti bilinen bir insandı. Meydana sarkmaması, inziva hayatı yaşaması, yazdıklarını hayatına geçirmesi onu çağdaş bir mürşit konumuna yükseltmişti. Halk onu çok tanımazdı, nasıl tanısındı, çok yükseklerde bulunuyordu. Kökleri çok derinlerde, başı çok yükseklerde idi; ama kalbi bir tevazu saati gibi dakik ve merhametliydi. Kurmuş olduğu Diriliş pınarıyla bütün insanlığa Bengisu sunuyordu.
Halk sonucunu görür, sanatçı temelini ve sebebini bilmek zorundadır. Halk yemek yapmasını değil, yemek yemesini bilir. Bu, halkın kusuru değil, sanatçının ödevidir, halkını doyurmak. Medeniyet bahçemize nice nimetler sundu, yemesini bilenler, bahçeye girebilenler için.
“Babam lambanın ışığında okurdu /Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık,
Fetihlerde bayram yapardık /İslam bir sevinçti kaplardı içimizi.” (Şiirler 4)
Hiçbir tohum, ne kadar kaliteli olursa olsun, beslenmiş bir toprağa düşmeden filiz vermez, meyveye durmaz. Bu kadar kaliteli bir insanlık tohumu, babasının (annesinin de etkisi var.) çabaları sonucunda boy attı, filiz verdi, meyveye durdu ve dünyayı tuttu. Tesadüfen bir şey gelişmiyor hayatta.
1971 yılıydı, öğretmen okulunun ilk sıralarını doldurduğumuzda. Aileden almış olduğumuz fıtrat tohumumuz fena sayılmazdı. Ne ki, okuduğumuz okullar, fıtratımızı geliştirmek şöyle dursun, onu kökünden kazımak için her şeyi yapıyordu. Köylü çocuğuyduk, ufkumuz gelişmemişti; lakin aileden almış olduğumuz peygamber sevgisi içimizi ısıtıyor, bizi yaban ellerden korumaya çalışıyordu. Bu, nereye kadar sürebilirdi?
Buhranlar, krizler; akşam olunca ağlamalar; şeytanla nefsin kıskacında can çekişmeye eş acılar ruhumuzu eritiyordu. Önce Üstad Necip Fazıl’ı tanıdım; tanımamla ona kapılanmam bir oldu. Ardından Sezai Karakoç, Üstad’ın talebesi olarak karşıma çıktı ve artık yolumuz belirmişti. Buhranlarım sevince, akşam ağlamalarım, kitaplarını okurken duyduğum tatminden akan gözyaşlarıma inkılâp ediyordu.
“Evrim günlük sularla/ Devrim irinle kanla
Bizse dirilişi gözlüyoruz/ Bengisu kayna ve çağla.”
Durdurulan bir medeniyetin iz sürücüsüydü ve bizler onun ardından yürümekten büyük bir zevk alıyorduk.
Birkaç sene önce Fındıkzade’deki bürosuna gitmiştim; bir saate yakın konuşmasını dinledim. Notlarımın arasına aldığım cümlesi şuydu:
“1918 Mondros Mütarekesiyle her şeyimizi kaybettik, yüz yıllık bir esaretten geliyoruz. İnşallah 2018 yılı, yüz yıllık ruh esaretinden kurtuluşumuzun başlangıcı olacaktır.”
Bir gün lise son sınıf öğrencilerimi toplayarak Cağaloğlu’ndaki Diriliş Yayınları’na götürdüm. Çocuklarla çok ilgilendi. Hatta hatıra olarak Büyük Doğu mecmuasının 1950 yılındaki (sanırım) mayıs sayısını indirdi, bir çocuk heyecanıyla, Büyük Doğu’da, Mehmet Leventoğlu imzasıyla yayınlanan “Sabır” isimli şiirini gösterdi ve ekledi: “200 şiir içinden seçilmiş.”
Şanslı bir nesiliz. 1974 yılında henüz daha iki yıllık olan Milli Gazete’nin başyazarı, “Çerçeve” başlığı altında yazan Necip Fazıl’dı. İkinci sayfasının sol üst köşesinde “Sur” başlığı altında Sezai Karakoç yazıyordu. Üçüncü sayfanın sağ üst köşesinde “Selam” başlığı altında da Osman Yüksel Serdengeçti kalem oynatıyordu. Bu zenginlik, yaklaşık bir yıl sürdü. Bugün mü? Nerde bu zenginlik, demeyeceğim, pınarlar ovalara aktıkça duruluğunu kaybedebilir, ama ağaçlara da inkılâb eder.
Ümmetin birleşerek tekrar İslam Medeniyeti’ni canlandırması için bir ömrünü verdi. Diriliş neslini yetiştirdi. Edebiyatta ve sanatta zirveleri dolaştı ve yeni neslin yüz akı oldu.
Biz senden razıydık Üstadım. Rabbim de senden razı olsun. Mekânın cennet olsun, yoldaşın Efendimiz olsun. Işıklar içinde değil, sen NURlara gark ol. Hakkımız helal olsun. İzini sürmeye devam edeceğiz inşallah. En Sevgiliye, Üstadım…
KAYNAK : Haber7