USD 0,0000
EUR 0,0000
USD/EUR 0,00
ALTIN 000,00
BİST 0.000
Kültür

Oyuncu Serdar Gökhan oyunculuk kariyerinin dönüm noktalarını anlattı

Serdar Gökhan, oyunculukla tanışmadan önce İstanbul'da zor günler geçirdiğini belirterek, "Taksim parkında simit yiyerek çok günler geçirdim. Kamburun Bahçesi dediğimiz bir bahçe vardı. Müşterilere fındık satıyordum, harçlık çıkarabilmek için." dedi.

Oyuncu Serdar Gökhan oyunculuk kariyerinin dönüm noktalarını anlattı
22-12-2021 12:27
Google News
İstanbul

Yaşamının dönüm noktalarını AA muhabirine anlatan Serdar Gökhan, Taksim parklarında geçen çocukluğunu, okul harçlığını çıkarmak için seyyar satıcılık yapmasını, Nuruosmaniye’de desinatörlük yaparken sinemayla ilk tanışmasını, tarihi filmlerde rol almasının sebeplerini, Amerika'da yaşarken kaçırdığı fırsatları, projelerini ve Türk sinemasıyla ilgili düşünlerini aktardı.

Beş yaşındayken Bolu Mudurnu Seyrancık’tan, ailenizle İstanbul'a taşınmışsınız. Fakat İstanbul çok hayırlı gelmemiş size. Aileniz ayrılmış. 14-15 yaşlarında evden ayrılarak tek başına bir yolculuğa çıkmışsınız. Biraz o dönemleri anlatır mısınız, Mudurnu’dan gelişinizi ve İstanbul’daki yolculuğunuzu?

Dilek hanım, çok güzel dini ve ulvi bir yerde röportaj yapıyoruz. Hayırlı konuşalım, her şeyimiz hayırlı gitsin. Aslında ben bu konulara pek girmek istemiyorum. Tabii ki mutsuz ve yoksul bir çocukluk geçirdim. Yalnız bu bana mahsus değil, Türkiye'nin kaderi. Bazı ayrılıklar olunca çocuklar mağdur oluyor. İstanbul’a geldikten sonra hakikaten bir mağduriyet yaşadık, çocukluğumu yaşayamadım diyebilirim. Babalık sevgisi de göremedim. Aile ortamına ısınamadım çünkü aramızda bazı gerginlikler oluyordu. O beni, ben onu kabul edemedim. Biraz yaşımı aldıktan sonra, 15-16 yaşlarında evden ayrılmayı ve kendi hayatımı kendim kurmayı tercih ettim. Böyle bir serüvene çıktım.

Kısa bir müddet Taksim’de banklarda yatıp kalkmışsınız. Ev yok, para yok. O dönem sanırım Kamburun Çay Bahçesi gibi eski sinemalardan birisinde, seyyar satıcılık yaparak, karamela, fındık satmışsınız. Daha sonra da Nuruosmaniye, Babıali’de resim yeteneğinizi, desinatörlüğe çevirip, bir yandan da okula devam etmişsiniz.

Evet, tabii ki tek başına İstanbul gibi bir yerde yola çıkmak kolay değil. Güvenebileceğiniz biri olmadığı zaman yalnız kalıyorsunuz. Hayatınızı da idame ettirmek zorundasınız. Taksim parkında simit yiyerek çok günler geçirdim. Elde avuçta yok, bir yerden destek yok. Eskiler bilir belki, İsmail Dümbüllü’ye ait, büyük sanatçıların Beşiktaş’ta gösteri yaptığı, konser verdiği Kamburun Bahçesi dediğimiz bir bahçe vardı. Ben oraya gelen müşterilere fındık satıyordum harçlık çıkarabilmek için. Sokak aralarında karamela sattım, domates sergilerinde sergicilik yaptım. Harçlıklarımla okumaya gayret ettim.

Tabii kitapların pahalı olması yüzünden güzel sanatlara direkt yazılamadım. Ama dışardan, resim tekniğini öğrenebilmek için misafir olarak okula gittim. Resim hakikaten benim doğuştan var olan yeteneğim. Okul yıllarında bütün çocuklar resimlerini hep bana yaptırırdı. Benim resimlerim hep duvarlarda asılırdı. Bu yeteneğimin üzerine gidip Babıali’de önce bir tabelacıda tabelacılık yaptım. Sonra çocuk mecmuaları çizmeye başladım. Oradan elde ettiğim gelirle hayatımı idame ettirdim. Bazı arkadaşlarım set dekoratörlüğü yapıyordu, sinemadaki platolar için. Sağ olsunlar, 17-18 yaşına gelince beni de aralarına aldılar. Set dekoratörlüğüne başladım ek olarak. Gel zaman git zaman dekor yaptığımız bir mekanda, şans eseri ya da talih başıma mı kondu, Allah'ın bir lütfu mu, ne diyeyim, bir filmde dublör olmak zorunda kaldım.

"127 sinema filminde oynamadım"

Hayatınızın değiştiği nokta galiba. Murat Soydan'ın tehlikeli bir sahnesinin dublörlüğünü yapmışsınız galiba?

Evet, rahmetli Nejat Saydam’ın çektiği bir filmdi. Murat Soydan da sevdiğim ve çok takdir ettiğim bir ağabeyimdi. Yüzme bilmemesinden dolayı Nejat Saydam benim tipimi uygun gördü. Onun kostümlerini giyerek dublörlük yaptım. Ondan sonra kartını verdi. Ufak tefek filmlerde oynadım ve sinemayı tanımış oldum. Sonra 1969'da SES mecmuası sinema yarışması açtı. Ona katıldım. Aşağı yukarı 4-5 bin kişilik katılım vardı. İlk ona, sonra ilk üçe kaldım. Fakat jürideki yönetmenlerden biri beni tanımış, 'Ben bu adamı tanıyorum, daha önce filmlerde oynadı.' demiş. Yarışmaya katılabilmek için sinemada hiç yüzünü göstermemiş olman lazımdı. Dolayısıyla diskalifiye oldum elendim.

Etkiledi mi sizi?

Etkilendim tabii. Oraya kadar gelip de diskalifiye olmak… Diskalifiye demeyelim de elendim diyelim. Diskalifiye ayrı bir anlam taşıyor çünkü. Kapıdan üzgünce çıkarken, jüride Kadir Kesemen diye bir ağabeyimiz vardı. Saltuk ve Dadaş Filmlerin sahibi. O geldi, 'Oğlum üzülme, şu kartı al, yarın uğra bana.' dedi. Ertesi gün ona gittim. Benim fiziğimi beğenmiş. O da zaten tarihi filmler yapıyordu. Benimle 10 filmlik bir anlaşma yaptı. Onun sayesinde tarihi filmlerle sinemaya adım atmış oldum. O gün bugündür 127 sinema filmi yaptım.

127 film, 130 tane de diziniz oldu. Ses sergisinde eğer finale kaldıktan sonra bir ödül sahibi olsaydınız yine 10 filmlik anlaşma vardı değil mi? Bir şey kaybettiğimiz mi kaybetmediniz mi onu merak ettim?

Dilek hanım hiçbir şey kaybetmedim. Eğer birinci de seçilseydim yapılacak olan şey aynıydı. Sözleşme yapacak, 10 filmde oynatacaklardı. Değişmedi bir şey. Ben daha kestirme yoldan gitmiş oldum.

İlk filminiz 'Yemen’de Bir Avuç Türk' müydü?

İlk filmim siyah beyaz olarak 'Kadırgalı Ali'dir.

Öyle mi? Ben onu ilk başrolünüz diye biliyorum.

Evet ilk başrolüm. 'Yemen’de Bir Türk' ilk filmim doğrudur, ben karıştırıyor olabilirim. 1969-1970 yıllarıydı. O kadar uzun zaman geçti ki.

Fikret Hakan, Kadir inanır, Kadir Savun’la oynamışsınız. Çok güzel bir başlangıç yapmışsınız.

Evet, iyi yaptık, sonu da iyi geldi.

Sonra başrole Kadırgalı Ali ile çıktınız ve bu kadar çok filmde rol almaya başladınız değil mi?

Evet, çıktım çünkü fiziki yapım müsait tarihi filmleri oynamaya. Ben gençliğimden beri çok spor yaptım. Hareketliydim yani. Atraksiyonum kuvvetliydi.

Hangi sporları yapıyordunuz?

Body, tekvando, karate, Ju Jitsu yaptım. Aklınıza ne geliyorsa yaptım çünkü seviyordum spor yapmayı. Bayağı da vücut geliştirmiştim. Hatta 1960 senesinde Weider diye bir spor salonu vardı, orada 'Yılın Vücut Güzeli' seçilmiştim, uzun boylularda. Yaptığım o sporun semeresini şimdi de görüyorum. Allah'a şükür sağlık, sıhhatim yerinde. Bir rahatsızlığım yok.

Maşallah, yıllar geçtikçe de değişmeyen bir fiziğiniz var.

Sağ olun o güzel bakışınız. Bakın dış görünüm pek önemli değil. İçten biraz yıprandık tabii. Hayat meşakkati çok vurdu beni bazı yerlerde. Bazen mutlu günler geçirdim, mutsuz geçirdiğim günler daha çoğunlukta. Ne yapalım? Bize de rabbimizin çizdiği kader buymuş deyip şükrettik.

Ama yine de dimdik ayakta durup mutsuzluk dediklerinizden mutluluklar ortaya çıkartan bir yapınız var gördüğümüz kadarıyla. Baktığımızda hep yaptığınız işlere ve yolculuğunuza hep böyle devam etmiş öyle değil mi?

Ressamlığımdan da ileri geliyor. Ben her şeyin en güzelini yapmaya çalışan bir insanım. Yani hatalı bir iş yapmak bana ters geliyor. Çünkü imkan varken, yapıyorsan en güzelini yapman lazım. Yeşilçam zamanında, yoklukların, imkansızlıkların içinde en iyisini yapmaya çalıştık, büyük bir özveriyle. Yine de mutluyum. Çok iyi şeyler yaptığıma inanıyorum bu imkanlarla. bunların hepsi kaldı hoş bir sada olarak. Sonraki nesiller de izleyecek ve hatırlayacaktır beni.

"Kostümleri kendi evimizden getirir, bavulla, otobüse binerek taşırdık sete"

Sektörel olarak bakarsak şimdiki imkanlar o zamanlar yoktu. Ayrıca bir efor harcıyordunuz anladığım kadarıyla değil mi?

Mümkün değil. Mesela şimdi adam bir tek tişörtle geliyor. Ayakkabından çorabına, iç çamaşırına kadar giydiriyorlar. Biz filmde giyeceğimiz kostümleri kendi evimizden taşırdık bavullarla. Araba yoktu, tabii otobüslerle giderdik sete. Bir de yanımıza ütü alırdık. Buruşmuşsa ütüleyelim diye.

Herkesin yanında ütüsü var mıydı?

Herkesin ütüsü vardı.

Dedeleriniz Balkan ve Yunan harplerinde şehit olmuş. Allah rahmet eylesin. Siz tarihi filmlerin aranılan aktörü oldunuz. Sayısız tarihi filminiz var. Tarihe düşkünlüğünüzün nedeni geçmişinizden mi acaba? Okul zamanlarında da tarihe meraklı mıydınız?

Amin, Allah razı olsun. Tarihe meraklıydım ama hep tarih derslerim zayıf gelirdi. Ezber yeteneğim biraz zayıftı o zamanlar. Onun için zayıf alıyordum ama tarihe düşkünlüğüm çok başka. Biraz araştırdım, soy ağacımıza baktım. Biz Orta Asya'da Oğuz boyundan geliyoruz, Kafkasya üzerinden. Bolu Mudurnu’ya yerleşmiş Çepni boyundanım ben. 1071'de Malazgirt’te Alparslan’ın Anadolu’nun kapılarını açmasıyla Anadolu’ya gelen 24 boydan bir tanesi Çepni. Çepni Boyunu da araştırdım, çok savaşkan ve Selçuklu Devleti'ne çok yardım etmiş Moğollar’a karşı.

Ayrıca dediğiniz gibi iki dedem Balkan Harbinde şehit düştü. Maalesef mezarlarını bile bilmiyoruz. Onun da ızdırabı var. Bundan dolayı bir iş yaparken eğer iki teklif geldiyse ve biri tarihi, diğeri salon filmiyse ben tarihi filmi seçiyorum. Çünkü seviyorum tarihi karakterleri canlandırmayı. Kökten gelen, içgüdüsel bir özlem var. Onun için tarihi filmleri daha çok tercih ediyor ve başarılı oluyorum. Yapmacık, canım, cicim gibi şeyleri becerebilen bir insan değilim. Ama tarihi becerebiliyorum zannediyorum.

Romantik, salon filmleriniz çok fazla yok galiba?

Yok, saysanız üç beş tane çıkar.

At üzerinde dört nala giden, kılıç kuşanan ve kendi döneminde bunları nadir yapmış aktörlerindensiniz. Fakat duygusal tarafınız da var. Tarihi kostümleri giydiğinizde karaktere bürünürken ağlıyormuşsunuz? Ne hissediyor da ağlıyorsunuz? Geçmişten gelen bir içgüdü mü acaba yoksa karakteri analiz ettiğinizde daha derin bir tarafı mı ortaya çıkıyor?

At binme konusunun başına geleyim. Aslında ilk yaptığım, ‘Yemen'de Bir Avuç Türk' filminde at binmesini bilmiyordum. Ama yönetmenimiz sorunca biliyorum dedim, rolü kaçırmayayım diye. Sahaya çıktık. Filmde zaten Fikret Hakan, Kadir Savun, Kadir İnanır ve ben dörtlü bir gruptuk. Dördümüz ata bindik, bir yere doğru gitmemiz gerekiyordu. Üçü bir tarafa ben diğer tarafa gitmeye başladım. Tabii sahneyi bozduk. Yönetmen geldi, 'Hani sen ata binmesini biliyordun?' dedi. Hocam kusura bakmayın işi kaçırmamak için yalan söyledim, özür diliyorum sizden dedim. Neyse öyle idare ettik. Sonra hırs yaptım, Atlı Spor’a gittim. O zamanlar buraya çok atlı sirk gelirdi. Oradan çok iyi eğitimler aldım. Dört nala atla giderken diğer taraftan alttan geçebilirdim. O derece iyiydim.

Tarihi filmlerdeki duygumu sordunuz. İnanın ben her canlandığım karakteri muhakkak filme başlamadan evvel araştırıyorum. Kimdir, neyin nesidir, nereden gelmiş, ne yapmıştır diye. Araştırınca da yüklenme oluyor vücudumda, beynimde. Canlandırmak için sahneye geçtiğimde acayip bir duygu yaşıyorum. Yani içgüdü mü nedir, bilemiyorum. Tarih sevgisinden gelen bir duygu galiba. Kendimi onun yerine koyuyorum. O dönemde yapmış olduklarını gözümde fazla büyütüyorum, nasıl yaptılar, nasıl başardılar bunları diye. İçim burkuluyor, evet, ağlamaya başlıyorum.

Tabii gerçek başka canlandırmak başka değil mi hayatın içinde?

Çok zor dönemlerde çok büyük işler yapmış atalarımız. Takdir etmemek elde değil. Şimdi onlardan biri yok maalesef.

"Amerika'da kuru temizleme dükkanı açıp, yaptığım resimleri satarak geçindim"

Peki bu canlandırdığınız karakterlerle hiç hayal kırıklığı yaşadınız mı?

Ne gibi?

Şevkle başlayıp karakterin devamında hayal kırıklığı yaşadığınız oluyor mu? Bu genelde dizilerde oluyor galiba? Filmlerde bilmiyorum oluyor mu?

Filmlerde yok. Çünkü filmlerde senaryonun önünü arkasını bildiğiniz için orada her türlü tedbiri alabiliyorsunuz. Dizilerde en baştan 1-2 bölüm okuyor, arkasından ne geleceğini bilemiyorsunuz senaryo olarak. Çok şevkle başlıyor, role çok iyi adapte oluyoruz. Ama bir yerden sonra artık bilemiyorum nedir, ne hikmettir, senaristler oynadığım karakteri zayıflatmaya başlıyor veyahut çarpıklaştırıyor Ağrıma gidiyor tabii ama bir şey de söyleyemiyorsun. Neticede yapımcılar onlar. Yani sözümüz bir yere kadar geçer. Refüze de olmak istemem. Ondan sonra düşme başlıyor oynadığım karakterde. Yani bu halden bu hale mi gelecekti bu adam, diye bir düşüş yaşıyorum.

Yani neydim ne oldum gibi mi oluyor?

Yani bir misal vereyim; bir filmde oğlumu kurtarmak için gelmiş, çok zengin, külhanbeyi bir adamım. Mafyayla savaşıyorum, oğlumun onurunu, şerefini kurtarmak için. Aradan 4 bölüm geçiyor emekli maaşıyla geçinen bir adam haline getirilmiş. Bu olabilecek bir şey mi yani? Bunu söylediğimiz zaman alınıyorlar. Niye alınıyorlar? Bu yanlış yaptıklarının eleştirisi. Sonra tarihi dizide çok iyi başlıyor, çok iyi gidiyorsun. Sonra seni tıkıyorlar bir fırına, ekmek yapan bir fırıncı haline getiriyorlar. Halbuki istihbarata bilgi sağlayacak, aktaracak aktif bir adamım. Bir fırın içine sıkıştırırsan o adam ne yapabilir? Ancak pide yapıp satar. Başka yapılabilecek bir şey yok. İşte bunlar beni biraz rahatsız ediyor. Başka bir şey yok. Yoksa rolümü her zaman severim ve en iyisini yapmak için mücadele ederim. Oluyor böyle şeyler ne yapalım.

Rollerinizde dürüst, kahraman, adaletli, cesaretli, mert, vatansever gibi kavramlar hep ön planda yer alıyor. Karakter olarak da böyle bir insan mısınız hayatta?

Kendi karakterimi yansıtmaya çalışıyorum filmlerimde. Ben yapmış olduğum 127 film ve 130 küsur dizide hiç kötü rol oynamadım. Kötüyü yapamam ben. Kötü karakteri oynayamam. Çünkü dediğiniz gibi her zaman Anadolu’nun mert, dürüst, namuslu erkeği rollerini tercih ettim. Çünkü yapım bu benim.

1977-1986 arasında video filmler çektiniz. Yönetmenlik ve yapımcılık yaptınız. İstanbul Video'yu kurdunuz. Sonrasında ne oldu?

Sinema biliyorsunuz o yıllarda hafif dibe vurmuş durumdaydı. Kanallar çıkınca, sinemaya ilgi, alaka azaldı. Bir de sinemanın son döneminde seks filmleri yaparak seyirciyi kaçırdılar. Sinema kör bir döneme girmişti. Ben de yine sinemadan uzaklaşmadan bir video kulüp açtım İstanbul Video adı altında, Etiler’de. Yine film işiyle uğraştım. Hep kiralık vereceğime biraz da kendim üreteyim, filmler yapayım, dedim. Yönetmenliğe de başladım. Belli bir süre sonra telif hakları çıkınca o kasetleri kiraya veremez olduk. Hepsini toplayıp götürdüler. Ondan sonra ilk eşimle beraber Amerika'ya gittik. Aşağı yukarı 8-9 sene kaldık. Orada sinema sektörünü yakından inceleme fırsatı buldum. Setleri ve sinemayı takip ettim. Donanımlı olarak 1999'da tekrar Türkiye’ye döndüm.

Orada kuru temizleme dükkanı ve üst katına da resim atölyesi kurmuşsunuz. Radikal bir karar aslında, değil mi?

Evet, doğru. Lisanımız pek yoktu. İnsanlarla yakın temasa geçelim, diyaloğumuzu, lisanımızı ilerletelim diye kuru temizleme dükkanı açtık. Orada ilk eşim kaldı. Onun üzerinde büyük bir salon vardı. Ressamım ya, orada çok güzel resimler ürettim. Çok iyi rakamlara, çok iyi resimler sattım. Hayatımızı öyle idame ettirdik.

Amerikalılara mı sattınız bu resimlerinizi?

Tabii ki Amerikalılara. Alanların arasında inanın Türkiye'den gitmiş bir Rum öğretmen vardı. Boğaziçi'nde benim meşhur bir resmim vardı, onu satın aldı. Yani Türkiye ile ilgili bütün resimleri sattım orada. Özlem de vardı Türkiye’den gidenlerde. Bir de ben ayrıca orada Türklere Chicago Turkish Radio diye bir radyo kanalı açtım. 2,5-3 sene kendi cebimden harcadığım parayla radyoculuk da yaptım. Türkiye’nin tanıtımını yaptım. Çalıştık yani, boş durmadık oralarda.

O dönemlerde Titanic’i çeken yönetmen James Cameron ile de tanışmışsınız. Aslında çok büyük bir şans bu değil mi?

O benim çok üzüntü duyduğum, kaçırdığım çok büyük bir fırsattı. Biz kuru temizleme yaparken Madam Ruth diye bir kadıncağız geldi. Fakat kadın devamlı beni inceliyor orada. Birkaç defa geldi. Sonra bana ‘ Sen kimsin?’ dedi. 'Efendim resim atölyem var' dedim. ‘Yok yok, sen başkasın. Sende bir şeyler sezinliyorum. Gerçek seni anlat, kimsin?’ dedi. Ben de İstanbul’dan götürmüş olduğum afişler vardı, teker teker masaya çıkarttım, gösterdim. Masaya vurdu, ‘Evet biliyordum. Sen de bir şey olduğunu hissediyordum. Senin menajerliğini ben yapacağım. Film yapacağız seninle.' dedi. 'Lisanım çok iyi değil' dedim. 'Ben seni okula göndereceğim.' dedi. 8 ay okula gönderdi, lisan öğreneyim diye. Ama ne yazık ki, kurstan çıktıktan sonra içinde bulunduğum Türk topluluğunda Türkçe konuştuğum için öğrendiklerim maalesef akılda kalmadı. İyi bir İngilizce öğrenemedim maalesef. Bildiğim İngilizce de yeterli olmadı. Bütün filmler sesli çekiliyor ve karşıdakinin söylediğini virgülüne kadar anlamanız lazım.

İngilizcenizin çok iyi olması lazım tabii…

İngilizcemin çok iyi olması lazım. Olmadı, gel zaman git zaman mahcubiyet duymaya başladım. Beni bir gün bütün sanatçıların toplandığı etkinliğe götürdü. Büyük bir otelin muazzam bir salonuydu. 14-20 kişinin oturduğu yuvarlak bir masaya oturduk. O da saygı duyuyor. Kendisi Screen mecmuasının sahibi, Chicago’da bir prodüktör. Herkes onu tanıdığı için, beni de tanıştırdı. ‘Mr. Gökhan Türkiye’den geldi. Beraber film yapacağız onunla.’ dedi. ‘Şu ana kadar 127 film yapmış.’ deyince, o saygı duyduğumuz, yüce insanlar hepsi ayağa kalktı. Saygıdan önlerini ilikleyip, tokalaştılar benimle, ‘Mr Gökhan hoş geldiniz.' diye. Onu da yaşadım. Sohbet esnasında, 'Mr. Gökhan buraya bir yatırım için mi geldi?' diye soruyorlar. Nerede yatırım, kendimizi zor geçindiriyoruz. Halimiz mi var o zaman. Bozuntuya da vermedim. Bir anı oldu benim. Sonra lisanı öğrenemeyince mahcubiyet duymaya başladım, Madam Ruth’a karşı. Bir gün haber vermeden, apar topar bütün malzemeleri toplayıp dükkandan kaçtım.

Şaka yapıyorsunuz.

Vallahi billahi. O etkinlikte yanımda James Cameron oturuyordu ve benimle film yapacak adam da o. Düşünebiliyor musunuz? Yani böyle bir fırsatı sırf şu lisan yüzünden kaçırdım. Belki de şu an dünya starıydım. Dünyada film yapıyor olacaktım. Sonra uzaktan takip ettim. James Cameron Titanik’i çekiyor. Meksika'da büyük bir havuz yaptılar. Havuzda çekildi Titanik filmi, biliyor musunuz? Denizde değil, büyük bir havuzda çekildi.

Neden siz olamadınız içinde diye insan düşünmeden geçemiyor tabii.

Aklıma geldikçe hala üzüntü duyuyorum ama elimden gelen, yapabileceğim bir şey yoktu. Beynime hükmedemedim. Türk toplumundan uzaklaşıp Amerikan toplumu içinde bir yere taşınmam lazımdı. Ona da imkanım yoktu. Her şey nasip, kısmet ne yapalım.

"İstediğimiz filmleri yaptık ama o zamanlar para yoktu"

Doğru mesajın verilmediği filmlerde rol almam. Milliyetçiyim, vatanımı, bayrağımı seviyorum ve duruşumdan da asla taviz vermem." şeklindeki mesajlarınız ve öyle de bir yapınız var. Film ve dizi sektöründe her şey dilediğiniz gibi oldu mu, oluyor mu?

Tabii ki olmadı. İstediğimiz, arzu ettiğimiz filmleri yaptık ama o zamanlar para yoktu. Yaptığınız filmden aldığınız para ancak bir sonraki yapacağınız filme kadar idare ediyordu sizi. Mecburuz da çalışmaya. İstem dışı bazı ticari, saçma sapan filmler de yaptık, yaşam karşısında mecburiyet duyduk böyle filmler yapmaya. Pişmanız ama yapacak bir şey yok. O paralarla geçimimizi sağladık. Gönül isterdi ki hep büyük projeler yapılsın. Şanlı tarihimizi gündeme getirecek, sineması dört dörtlük olacak projeler hep kafamdan geçiyor. Hazırladığım projeler var ama Türkiye'de bunları yapmak maalesef imkansız.

Dünyaca ünlü Titanik filminde rol alamadınız, o yönetmenle çalışamadınız ama mesela Titanik ya da bir Yüzüklerin Efendisi gibi bizim neden dünyaya açılmış projemiz yok? Burada ne eksik, ne yapılması gerekiyor sizce?

Beni Titanik filmi için hazırlamadılar. James Cameron, hatırlar mısınız, 'Kamçılı Adam' adlı macera-serüven filmi yapacaktı ama nasip olmadı. Günümüzde neden o tür filmler yapılamıyor? Sinema görsel bir sanat. Her şeyin çok iyisini ve gerçeğini göstermeniz lazım. O da paraya dayanıyor. Eğer o filmin gerektirdiği parayı sermaye olarak koymaz, çok ufak rakamlarla çekmeye kalkarsanız böyle ağza yüze bulaşıyor. Onun için yüksek rakamlarla filmler çekilemiyor maalesef.

Çok yönetmenle çalıştınız Yeşilçam döneminde. Sizin için en önemli, özel bir yeri olan ve çalışmaktan mutlu olduğunuz kim ya da kimler oldu?

Avantür olarak çok çalıştım. Bizim zamanımızın avantür yönetmenlerinin en başında Natuk Baytan ağabeyimiz gelirdi. Onu da kaybettik. Allah rahmet eylesin. Onun haricinde halk tipi filmler yapan Osman Seden ağabeyimiz vardı, o da rahmetli oldu. Memduh Ün, iyi avantürcüdür. O da çok iyi filmler yapardı. Birçok filmde iyi yönetmenlerle çalıştım. Hatta o mutluluğa kimsenin erişemeyeceği Lütfü Akad ağabeyimle film yaptım. O sinemanın duayeniydi. Onunla da iki film yapma mutluluğuna erdim. İnanın arıyorum o günleri, o yönetmenleri. Çünkü o günkü yönetmenlerle bugünkü yönetmenler arasında çok büyük fark var. Çalışma ve çekim farkı da var. Özlüyoruz ama yapacak bir şey yok. İnşallah öbür tarafta buluşuruz, orada bir film çekeriz onlarla.

Allah gecinden versin, burada daha nice filmlerde izleyelim sizi.

İnşallah, Allah ne kadar ömür verir bilemeyiz. Allah ömür verdikçe bu mesleğe devam edeceğiz. Çünkü başka bir mesleğimiz yok. 1964’ten beri, 57 yıldır bu mesleğe emek verdim. Başka yapacak bir işimiz yok. Ama üzülerek söylüyorum, Türkiye’de nankör bu meslek. Türkiye'de hiçbir zaman sanat ve sanatçının yerini bulamadığı bir meslek. Çok başka yerlerde olmamız gerekirken ailemizi geçindirmek için çalışmak mecburiyetinde kaldığımız, telif haklarını çıkaramadığımız bir meslek. Dünyanın hiçbir yerinde telif hakkı olmayan bir ülke yok. Modernleşmeye, büyük ülkeler arasına girmeye çalışıyoruz ama sanatçılarımızın bir telif hakkı yok. Bugün duyuyoruz arkadaşlarımızdan, keşke imkanımız olsa da hepsine yardım edebilsek. Biz de ayakta durma mücadelesi veriyoruz. Çoğu insan otel köşelerinde, bakımsızlıktan Alzheimer oluyor, ilgisizlikten, düşünceden, geçim zorluğundan kafayı sıyırıyor. Bunları görünce inanın üzülüyorum.

Bir türlü değişmiyor galiba?

Değişeceği de yok. Ben 57 senedir telif hatlarını çıkartamadıysam bu kadar uğraşmama, bu kadar dil dökmeme ve bu kadar gündeme getirmeme rağmen, çıkacağı da yok galiba.

Peki umutsuz mu olmalıyız?

Umutsuzum maalesef umutsuzum. Çünkü sadece bu hükümeti suçlama babında konuşmuyorum, bu güne kadar gelmiş geçmiş bütün hükümetler böyleydi. Hep bizleri vitrin olarak kullandılar. Toplantılara, açılışlara davet ettiler. Ama derdimizle ilgilenen hiçbir hükümet olmadı.

"Dizide oynayıp, kendilerni Hollywood yıldızı gibi görmemeliler"

Siz geç baba oldunuz aslında değil mi? Bir oğlumuz var Allah bağışlasın, galiba 17 yaşına girecek. Bu kaygılar, endişeler çocuğunuz olduktan sonra daha da mı fazlalaştı. Nasıl oldu?

Allah razı olsun, sağ olun. 17 yaşına bir ay sonra girecek. Fazlalaşmaması mümkün değil. Ben daha evvel 23 yıllık bir evlilik geçirdim fakat çocuğum olmadı. 2004 senesinde ikinci evliliğimi yaptım. 57 yaşında bir erkek evlat sahibi olunca bambaşka oldum tabii, dünyam değişti. Babalık başka bir duyguymuş onu öğrendim. Biz geldik gidiyoruz ama kendimiz için umut görmediğimiz bir dünyada 'oğlumuzun geleceği ne olacak' endişesi, onun için ne yapabilirim düşüncesi başladı. Hala ona bir gelecek hazırlayabilmenin imkan ve çarelerini arıyorum. İnşallah onu geleceğe hayırlı bir evlat olarak yetiştirmek en büyük arzum. Sinema sektörüne sokmam çünkü ben yeteri kadar mağdur edildim, haksızlığa uğradım. Bu mesleğe onu katiyen sokmam. İlgi duymasına rağmen bulaştırmam bile. Benim uğradığım haksızlıklara, çaresizliklere onun da düşmesini istemiyorum.

Ama onlar Z kuşağı. Hayata entegre olmaları daha çabuk oluyor ve hayatın içinde daha çok yer ediniyorlar. O kadar endişelenmeyin diye söylüyorum.

Hayatın içinde ne kadar yer alsalar, düzen değişmediği sürece gelecek değişmez ki. Bir ümit göremiyorsunuz ki gelecekte. 3-5 sene sonra bazı şeyler değişecek. İnsanlar layık oldukları hakkı, değeri bulacaklar, diye bir ümit olsa insan direnir. Direnç gösterir. Ama öyle bir beklenti yok. Yani karamsar bir duruma düştük hepimiz.

Peki yine at binenin kılıç kuşananın formunda gördüğünüz tarih filmlerde ve dizilerde yer alan genç oyunculardan kimleri beğeniyorsunuz diye sormak isterim?

Genç oyuncuların içinde çok kabiliyetli, iyi oyuncu olanlar var. Fakat bizim dizi çekim düzenimiz çok farklı. 2 saat 30 dakika bir dizinin yayın süresi. 2 saat 30 dakika çekmekle bitmiyor, 5 gün zarfında bunu çekmek zorundasınız. Bu mücadelenin, bu yoğun çalışmanın içinde gençlerimizin kendilerini gösterme imkanı yok. Zaten yapımcının da onu göstermeye ihtiyacı yok. Bir an evvel dizi bitsin, kanala gitsin parasını alsın düşüncesinde.

Beğendiğim çok isim var, sırayla sayamayacak kadar. Şimdi aklımda pek yok. Ama içlerinde birkaç tanesini yadırgıyorum. Bir insan bir dizide oynayıp da birden kendini Hollywood yıldızı gibi görmemeli. Daha dur bakalım, dün varsın bugün yoksun. Bir kendini kanıtla, uzun seneler gündemde kal. Oynadıkları filmler bittikten iki ay sonra yolda görüp tanıyan, hatırlayan yok. Biraz kendilerini dev aynasında görüyorlar. Onu biraz yadırgıyorum. Ama hepsi değil, içlerinde birkaç tanesi öyle. Onların da Allah yolunu açık etsin. İnşallah ömürleri, sanat hayatları uzun olur. Ne diyelim? Çünkü, eleştiriye de gelemiyorlar. Hemen kuyruğuna basılmış kedi gibi cıyaklıyorlar. Her şeyi çok iyi biliyorlar. Ama yaptıklarını görüyoruz, eleştiriye çok ihtiyaçları var. Ama kabullenemiyorlar. Z Kuşağı dediniz belki biz uyum sağlayamıyoruz Z kuşağına. Gördüğümüz yanlışları söylemek istiyoruz yani onları düzeltmek istiyoruz. Eleştiriyi kötü manada değil iyi manada yapmamıza rağmen yanlış anlaşılıyoruz. Ne yapalım? Anlaşılalım. Yapacak bir şey yok. Her konuda dertliyiz. Söyleyecek bir şey yok. Çünkü sanatçıyız. Sanatçının bir değeri var mı sizce ülkede? Hak ettiği yerlerde mi?

Bütün dünyada aslında böyle bence.

Dünyada da böyle ama niye bizimki bu kadar aşağıda ben onu çözemedim. Dünyada İtalya, Fransa, İran, Pakistan, Rus, Alman, Amerikan, Brezilya sineması var. Hiçbiri bizim kadar düşüşte değil.

Aslında sanat dertli bir yer diyeceğim, bu da ayrı bir felsefe olacak.

Doğru, sanatçı olmak, dert sahibi olmak. Çekiyoruz derdimizi. 57 senedir çektik. Ömrümüz yettiğince çekeceğiz.

Allah uzun ömür versin. Derdin yanı sıra mutluluklar yaşayın diyeyim.

Amin, cümlemize, amin.

Göktürk Devletinin kuruluşunu anlatacağınız Hüseyin Nihal Atsız’ın Bozkurtlar'ın Ölümü, Bozkurtlar Diriliyor eserlerinden uyarlayarak senaryolaştırdığınız projeniz vardı. Onların akıbeti nedir?

Çok uzun yıllardır hazırlıyorum o projeyi. Hatta Hüseyin Nihal Atsız'ın iki oğlu var. Biri Amerika’da, biri Kanada’da yaşıyor. Telif hakları onlardaymış. Ben Kanada’da yaşayanı çağırdım buraya, misafirim oldu. Onunla bu konuyu epey konuştuk. Telif hakları üzerine de bir anlaşmaya vardık. İstiyoruz ki o filmi yapalım. çünkü Türk tarihinin ilk mihenk taşlarından biridir o.

621 yıllarında geçiyor. Tarihte ilk kez devletin adını Türk koyan Göktürk Devletinin kurucusu Bozkurtlardır. Bizim ana şeyimiz Bozkurttur, Bozkurtlardan gelmedir. Onu yapmak için ekonomik imkanı bulamadık. Proje aşağı yukarı 10-12 senedir hazır orada duruyor. Biraz maliyetli. Çünkü ben tarihi film yapılırken daha önce de söylemiştim her şeyin mükemmelini istiyorum diye. Bu filmler hayatta bir kere yapılır. Uydur kaydır, küçük rakamlarla yapmaya kalkarsanız mundar edersiniz projeyi de, tarihi de. Bayağı yüklü bir para. O parayı bulamadığım yapamadık. Ama Allah büyük, beklemedeyiz. İnşallah bir hayırsever veya tarihini seven biri çıkar da bu parayı verir ve biz de göğsümüzü gere gere o işi yaparız.

Finans gerçekleştiği zaman bu işi yapacaksınız ve belki de dünyada ses getirecek bir film olacak, öyle mi?

Senaryosu hazır. Hazırladığım projeleri ben bugün Hollywood’daki yapımcılara teklif etsem hepsi havada karada yapar. Çünkü hakikaten dünya standartlarında projeler. Çok uğraştım ben. Kalemim iyidir benim. En ciddi detaylarına kadar hazırladım projeleri. Hazır. Bakalım, bekliyoruz, beklemedeyiz.

Dünya sinema tarihinde, Türk sinemasından tarihimizi anlatan popüler eser olmamasına rağmen, aralarında sizin de rol aldığınız Türk dizileri Orta Doğu'da ve birçok ülkede oldukça ses getiriyor. Dizilerimizde de böyle yukarı çıkan bir ivme var. ne düşünüyorsunuz?

Evet. Diyorum ki, doğu kültürü bizim kültürümüze yakın, ondan seyretmesi normaldir. Ama Amerika'da da çok büyük ilgi görüyormuş, Brezilya ve diğer ülkelerde de öyle. Zannediyorum doğu kültürünü, Türk kültürünü merak edip seyrediyorlar. Çünkü onlarla ilgili bir konu yok. Türk tarihiyle ilgili bir konu var. Ayrıca oradaki Türkler de Türkiye’ye, vatana, tarihe özlemle bunları dört gözle seyrediyor. Belki onların yakın komşuları bunlar ne seyrediyor diye seyrediyor da olabilir. Tabii çok güzel bir şey. Yabancıların seyretmesi çok umut verici. Ama iyi projeler yapılırsa umut verici. Yani küçük bütçelerle batı dünyasından herkesin, Amerika’nın seyredebileceği filmler yapılabileceğine inanmıyorum. Çünkü hakkını vermek lazım. Gereken parayı koymak lazım. Gerçeğe en yakın şekilde çekmek lazım.

Birlikte rol aldığınız, karşılıklı oynamaktan keyif aldığınız ve tekrar aynı projede birlikte oynamak istediğiniz kendi jenerasyonunuzdan kimler var oyuncuların içinde?

İnanın oynadığım şu 127 filmdeki bütün o oyuncu arkadaşlarımla tekrar bir araya gelip tekrar oynamak isterim. Ama zannediyorum bunların yüz küsuru rahmetli oldu. Büyük kayıp tabii. Onlarla duyduğum o çalışma şevkini, çalışma azmini bulmam mümkün değil. Bu dönemde şartlar çok farklı. Çok görselleşti her şey, çok maddileşti. Yani özveriden çok, herkes maddi düşünmeye başladı. Onun için pek uyum sağlayamıyorum yani.

Kim vardı mesela. Partnerim diyebileceğiniz, karşılıklı oynarken çok iyi ikiliydik diyebileceğiniz kimler vardı?

Aklınıza kim geliyorsa. Bir zamanlar bütün arkadaşlarla çok iyi alışveriş yapardık. Oyunculuk karşıdan ne alırsan karşılığını vermektir. Tek taraflı oyun olmaz. Kimi söyleyeyim? Müjde Ar var, Perihan Savaş, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik, Meral Zeren, Meral Orhansoy var. Aklıma gelen.

Kadınlarda böyle. Erkeklerde mesela hareketli, aksiyonlu sahnelerde, at üzerinde, kılıçlı sahnelerde kimlerle birlikte rol almaktan hoşlanıyordunuz?

Bizim dönemimizde starlık vardı. Bir jön varsa başka bir jön gelip oynamazdı o filmde. Tek başına yürütürdük bizler. Geçenlerde bir eleştiride bahsetmiştim, onu da yanlış anladılar. Omuzlamak, filmi omuzlamak demek. Filmi omuzlamak ne demek biliyor musunuz? Yani o filmin bütün yükünü üzerinize alarak seyirciye yansıtabilmektir o. Ama şimdiki dönemde yanlış anlaşılıyor bu konu. Aslında jönden de film olmaz. Başrol oyuncusu da filmi tek başına yapamaz. Yan kadro ne kadar kuvvetliyse başrol o kadar öne çıkar. Çünkü kötüyü güçlü göstereceksin ki iyinin yaptığı kahramanlık ortaya çıksın. Anlatabiliyor muyum? Maalesef bunu bu dönemde pek anlayan yok. Bir tek starın peşine takılıyorlar, haydi ha babam de babam peşinden gidiyorlar. Halbuki yan kadronun çok güçlü olması lazım. Bunu anlatmak istemiştim. Yanlış anlaşıldı, canları sağ olsun.

Evet efendim son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı izleyenlerinize, okuyanlarımıza?

Bu dini ve ulvi mekanda benimle röportaj yapma imkanı verdiğiniz için size bir kere çok teşekkür ediyorum. Yolunuzun açık olmasını diliyorum. Ajansınızın daim olmasını ve hayırlı işler yapmasını diliyorum. Şimdiki sinemacı kardeşlerimize söyleyecek pek bir şeyim yok. Anlattıklarımdan bir şeyler çıkarabilirlerse çıkarırlar. Çünkü söz söylediğin zaman kötü kişi oluyorsun. Kötü kişi olmaktansa bir şey söylememeyi yeğliyorum. Allah herkesin işini gücünü rast getirsin. Hayırlı kazançlar nasip etsin. Bize dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Teşekkür ederim.

SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?
ÇOK OKUNANLAR
ARŞİV ARAMA
PUAN DURUMU TÜMÜ
GÜNÜN KARİKATÜRÜ TÜMÜ
Karikatürler