Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) eski Başkanı Süleyman Arslan, Türklerin İslam'ı kabulünden sonra kurdukları devletlerin işleyişini ve Cumhuriyet’in ilan sürecini ele alan bir yazı kaleme aldı. Arslan, tarihî sürece geniş bir perspektifle bakarak, Osmanlı Devleti’nin çöküşü ile yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda İslami temellerin etkisini analiz etti.
Arslan’a göre, Türk devletleri tarih boyunca bir tür “emr-i bil maruf nehy-i anil münker teşkilatı” gibi hareket etti. Müslüman Türk milleti, İslam dini esas alan devlet idaresi kurarak, bu devleti de inancın uygulama aracı haline getirdi.
Ayrıca Arslan, Cumhuriyet'in 1921 Anayasası’yla kurulduğunu ancak bu dönemde “Cumhuriyet” adının henüz kullanılmadığını ifade etti. Anayasa'nın halkın iradesini ve milli egemenliği esas alan hükümleriyle, Türkiye Devleti'nin İslami kimliğine vurgu yapıldığını savundu. "Devletin dini İslam’dır" ifadesi Anayasa'da yer almasa da, 7. Maddede belirtilen ahkâmın uygulanması ve halkın ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler yapılması hükmü ile devletin dini niteliğinin korunduğunu ifade etti.
İşte TİHEK eski Başkanı Süleyman Arslan'ın dikkat çeken o yazısı:
"Türklerin İslâm’ı kabulünden sonra kurdukları devletleri en geniş anlamda birer “emr-i bil maruf nehy-i anil münker teşkilatı” idi. Millet devletin değil, devlet milletin idi. Milletin dini İslâm, milletin devleti de İslâm’ın uygulama aracı idi. İnsanları hayra çağıran ve kötülüklere karşı el ile müdahaleyi gerektiren uygulamalar, yargılama ve yaptırım uygulama yetkisi devlete ait idi. Devlet aynı zamanda İslam dininin bir gereği olarak gayr-ı müslimlerin inanç ve ibadet hürriyetlerinin de koruyucusu idi.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Devleti’ni işgal eden İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan devletleri ile bunların içeride bulunan Ermeni, Rum, Yahudi işbirlikçilerine karşı “Hakk’a tapan millet”imiz tarafından Milli Mücade başlatılmıştı. Bu bağlamda 23 Nisan 1920 Cuma gününde yurdun dört bir yanında ve Hacı Bayram Veli Camiinde hatimler okunarak, dualar edilerek Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılmıştı. 24 Nisan 1920 tarihli Meclis Açılış Konuşması’nda Mustafa Kemal Paşa “Biz ittifak-ı Cumhura her kuvvetten ziyade salâhiyet bahşeden İslâmiyet esasatını nazarı dikkate alarak Meclisi Âlinizi kâffei umuru millette doğrudan doğruya vazıülyed tanımak taraftarıyız.” diyerek bunun bir Cumhur İttifakı olduğunu daha o günden ifade etmişti. Daha Osmanlı Devleti’nin çöktüğüne karar verilmeden önce kurulan yeni devletin adı kurucu aslî iktidar tarafından kabul edilen 1921 Anayasası ile Türkiye Devleti olarak Anayasa’da yer almıştı.
Türkiye Devleti, aslında 20 Ocak 1921 tarihinde kabul ettiği 1921 Anayasası (Teşkilâtı Esasiye Kanunu) ile sözde olmasa bile özde yönetim şeklini Cumhuriyet’e çevirmişti. Bu, Saltanat’ın 1921 Anayasası’nın kabulü ile kaldırıldığı anlamına da geliyordu. Anayasa’nın “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” şeklindeki 1. Maddesi, “İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.” şeklindeki 2. Maddesi, “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır.” şeklindeki 3. Maddesi, “Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap âzadan mürekkeptir.” şeklindeki 4. Maddesi, “Büyük Millet Meclisinin intihabı iki senede bir kere icra olunur.” şeklindeki 5. Maddesi aslında Cumhuriyet yönetimini ifade eden maddelerdi. Anayasa’da Cumhuriyet’in sadece adı konulmamıştı.
Aynı şekilde, Türkiye Devleti adı konulmadan da olsa özde bir İslam devleti olarak kurulmuştu. “Devletin dini İslam’dır” şeklinde bir düzenleme yapılmamışsa da 1921 Anayasası’nın 7. Maddesindeki “Ahkâmı şer’iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelâtı nâsa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkâmı Fıkhiye ve hukukiye ile âdap ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilenin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tâyin edilir.” şeklindeki düzenleme devletin dini diye bir tanımlamaya gidilecekse devletin dininin İslam olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Devleti kuran kurucu aslî iktidar 12 Mart 1921’de kabul ettiği İstiklâl Marşı ile milletin kimliğini ortaya koymuş, kahraman ordumuzun ve milletimizin uğruna mücadele edeceği vazgeçilmez tarihî ve manevî değerlerini tasvir etmiş, kendini “Hakk’a tapan millet” olarak tanımlamıştı. Dinin temeli olan “Allah en büyüktür” ve “Muhammed Allah’ın resûlüdür” şeklindeki şehadet cümlelerini içeren ezanların ebedi olarak yurdumuzun üstünde inlemesini ulusal marşına almıştı. Gazi Mustafa Kemal Paşa da “Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lazımdır. İstiklâl Marşı’nda İstiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:
“Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır; Hakk’a tapan milletimin istiklal.”
Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır.” ifadelerini kullanmıştı.
Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisi’nin 20 Ocak 1921’de kabul ettiği Teşkîlât-ı Esâsiye Kanunu, açıkça Osmanlı Devleti Anayasası’nın (Kanûn-ı Esâsî’nin) ilga edildiğini belirtmemişti. Bu durumda Kanun-i Esasi’nin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişen hükümleri 20 Ocak 1921’de yürürlükten kalkmış, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile çelişmeyen maddeleri ise 1924 anayasasının yürürlüğe girme tarihi olan 20 Nisan 1924’e kadar yürürlüğünü devam ettirmişti. 20 Nisan 1924’te yürürlüğe giren yeni Anayasa ile 1876 Anayasası tümüyle kaldırılmış oldu. Dolayısıyla 1876 Anayasası’nın 11.maddesindeki “Devleti Osmaniyenin dini dini islâmdır. Bu esası vikaye ile beraber asayişi halkı ve adabı umumiyeyi ihlâl etmemek şartile memaliki osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın (dinlerin) serbestii icrası ve cemaatı muhtelifiye verilmiş olan imtiyazatı mezhebiyenin kemakân cereyanı Devletin tahtı himayesindedir (himayesi altındadır).” şeklindeki madde 1921 anayasası döneminde de geçerli idi.
30 Teşrinievvel 1338 (30 Ekim 1922) tarihinde Büyük Milllet Meclisi 307 No’lu kararıyla “Osmanlı İmparatorluğunun münkariz olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hududu millî dahilinde yeni vârisi olduğuna ve Teşkilâtı esasiye kanuniyle hukuku hükümrani milletin nefsine verildiğinden İstanbul’daki Padişahlığın madum ve tarihe müntakil bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir Hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının Büyük Millet Meclisine ait ve binaenaleyh oraların umum idaresinin de Büyük Millet Meclisi memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükümetinin hakkı meşruu olan Makamı hilâfeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına” karar verilmişti.
Büyük Millet Meclisi 1 Kasım 1922 tarihli 308 sayılı kararla “Türkiye Devletinin Makamı Hilâfetin istinatgahı olduğu”na karar vermişti. İslami yönetim biçimine de uymadığını belirterek Saltanatı kaldırmıştı. Böylece adı konulmamış Cumhuriyet rejiminin alt yapısı iyice kuvvetlendirilmişti. Ancak bu adım İslam’dan uzaklaşmayı değil, daha İslami olan bir rejime ulaşmayı hedefliyordu. Karardan önce Mustafa Kemal Paşa yaptığı veciz konuşmasında saltanat sisteminin İslam dinine uygun olmadığı ve dine zarar verdiğine dair dini referanslı etkili ve ikna edici bir konuşma yapmıştı. Bu kararın alınması için yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa’nın en büyük ve yegane referansı İslâm peygamberi Hz. Muhammed idi. “Resulü Ekrem”, “Fahr-i Alem Efendimiz” diye andığı Peygamber Efendimiz için “Yüzü nurâni, sözü ruhani, reşid ve niyette bibedel, sözünde sadık ve halim ve mürüvetçe saire faik olan Muhammed Mustafa, evvelâ bu evsafı mahsusa ve mütemayizesiyle kabilesi içinde “Muhammedülemin” oldu. Muhammed Mustafa Peygamber olmadan evvel kavminin muhabbetine, hürmetine, itimadına mazhar oldu” ifadelerini kullanmıştı. Muhammed Mustafa Sallallâhü aleyhü vessellem 1394 sene evvel Rumi Nisan içinde Rebiyülevvel ayının 12 nci Pazartesi gecesi sahaba doğru tan yeri ağarırken doğdu, gün doğmadan… Bugün o gündür. İnşallah bu hayırlı tesadüftür.” diyerek başladığı konuşmasının sonunda Saltanatın kaldırılmasına karar verilmişti. Hemen ardından da 1 Kasım 1922 tarih ve 309 sayılı Kararla “Velâdeti Peygamberiye ve Hâkimiyeti milliye ilânına müsadif 1/2 teşrinisani gecesinin ve mütaakıp günün bayram addine” karar verilmişti.
Mustafa Kemal Paşa o konuşmasında “Hakikaten emri hilâfet, milleti İslâmiyece en büyük bir maslahattır. Çünkü efendiler hilâfeti nebeviye, ehli İslâm arasında rabıta olan bir emaretdir ve ehli İslâmın kelimei vahide üzere içtimalarını temin eden bir emaretidir. Emaret ise, Cenabı Hâkkın bir sır ve hikmetidir ki; teessüsü, daima satvet ve kuvvet ile meşrutdur. Ve ondan maksadı asli de defi fesad ve hıfz ve asayişi bilâd ve tanzimi umum cihad ile mesalihi âmmeyi hüsnü tanzim ve tesviyeden ibarettir. Bu dahi ancak satvet ve kuvvete menuttur. Adetullah bu veçhile cari olagelmiştir” ifadelerini kullanmıştı. “Türkiye Devletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisidir, Çünkü bütün Türkiye halkı, bütün kuvasiyle o makamı hilâfetin istinadgâhı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dinî bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül ediyor.” şeklindeki ifadeleriyle TBMM’nin hilafet makamının istinatgahı olacağını taahhüt ve tekeffül etmişti. “Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı asri bir devleti mütemeddine halinde her gün daha rasin olacak, her gün daha mesut ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlıyacak, eşhasın hıyaneti tehlikesine kendisini mâruz bulundurmıyacak ve diğer taraftan Makamı Hilâfet de bütün âlemi İslâmın ruh ve vicdanının ve imanının noktai rabıtası, kulubu İslâmiyenin bâdii inşirahı olabilecek bir izzet ve ulviyette tecelli edecektir.”, “Bundan sonra Makamı hilâfetin dahi Türkiye Devleti için ve bütün âlemi İslâm için ne kadar feyzibar olacağını da istikbâl bütün vuzuhiyle gösterecektir (inşallah, sadaları). Türk ve İslâm Türkiye Devleti bu iki saadetin tecelli ve tezahürüne memba ve menşe olmakla dünyanın en bahtiyar bir Devleti olacaktır. (İnşallah, sadaları).” şeklinde geleceğe dönük müjdeli cümleler kullanmıştı.
Görüldüğü üzere Osmanlı Devletinin çöktüğüne karar verilmesinin dine karşı tutum içeren bir gerekçesi yoktu. Saltanatın kaldırılması siyasi ve askeri nedenlerle alınmış bir karar idi. Bu kararla padişahlık ortadan kaldırılmış ve tarihe intikal ettirilmişti. Devletin Anayasasında “Türk ve İslam” ibareleri geçmemişti ama Devletin kurucu başkanı Türkiye Devleti’ni “Türk ve İslâm Türkiye Devleti” olarak ifade etmiş, mebuslar da bu açıklamalar ışığında Saltanatın kaldırılmasına karar vermişti. Hilafet makamının ise Türk hükümetinin meşru hakkı olduğu ifade edilmiş ve esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtarılmasına karar verilmişti. Böylece Cumhuriyete geçiş adı konulmadan tamamlanmıştı.
Daha sonra 29 Ekim 1923 Pazartesi günü yapılan 43. oturumunda 364 sayılı “Teşkilâtı Esasiye Kanununun bazı mevaddının tavzihan tadiline (açıklık getirme amacıyla değişiklik yapılmasına) dair Kanun” kabul edildi. 1921 Anayasası’nın “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” şeklindeki 1. Maddesine “Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir.” cümlesi eklendi. Aslında bu, mevcut durumun açıklanmasından ibaret bir cümle idi. Zira yönetim zaten özü itibariyle Cumhuriyet yönetimi idi. “İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.” şeklindeki 2. Madde ise “Türkiye Devletinin dini, Dini İslâmdır. Resmi lisanı Türkçedir.” şeklinde değiştirildi. Bu da malumun ilanından ibaret bir açıklama cümlesi idi. Diğer taraftan Milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz edecek icra kudreti ve teşri salâhiyetinin İslâm dini ile mukayyet olduğu böylece anayasayla tahkim ediliyordu. Devletin ideolojisi değil, yönetim sistemi değiştiriliyordu. Dolayısıyla bu da Cumhuriyet’in İslam dininden uzaklaşma projesi olarak başlamadığını, bilakis daha iyi bir İslamî yönetim oluşturabilme yönünde atılan ileri bir adım olduğunu gösteriyordu.
Diğer maddeler de Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve Hükümet hakkındaydı. 1923’teki değişiklik, şeklen Cumhuriyet’in adının konulması ile birlikte, meclis hükûmeti yerine Cumhurbaşkanlığı makamının ve Bakanlar Kurulu’nun ihdas edilmesi suretiyle parlâmenter hükûmet düzeninin kurulması anlamını taşımaktaydı. Ayrıca, 11. Maddede “Türkiye Reisicumhuru Devletin Reisidir.” denilerek Cumhurbaşkanının devletin başkanı olduğu netliğe kavuşturuluyordu. Meclis hükümeti sisteminden parlamenter sisteme geçilmişti ki ikisi de Cumhuriyet yönetim sistemi idi.
Sözkonusu anayasa değişikliğine ilişkin 364 sayılı Kanunun başlığında “tavzihan” denilerek cumhuriyetin kuruluşunun 1921 Anayasası’nın ilk kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihi olduğuna dair açıklama getirilmişti. Nitekim, Kanuni Esasi Mazbatasında “Hâkimiyetin bilâkaydüşart millete aidiyeti ve idare usulünün mukadderatı milleti bizzat ve bilfiil idare etmek esasına müstenit bulunması zaten ‘Cumhuriyet’ demek olduğundan saltanatı terdiyeyi katiyen dâfi olan bu kelimenin istimali ve Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuri olması hakkında Teşkilâtı Esasiye Kanununun maddei mahsusasının bir fıkra ile tavzih edilmesi hukukan ve maslahaten münasip görülmüştür.” denilerek bu husus açıkça ifade edilmişti. Böylece yeni bir yönetim şekli getirilmemiş, var olan yönetim şeklinin adı açıklanmıştı. Bu bağlamda, kanun lâyihasının geneli hakkında söz alan İzmir mebusu Kanunu Esasi Encümeni Reisi Yunus Nadi Bey bu tavzih hususunu açıklarken “Mademki; tadilâtımız şimdiki halde Teşkilâtı Esasiyenin bâzı aksamına münhasırdır, şu halde bu maddeden sonra gelmek üzere zaten kendimizde mevcudolan vazıyetimizi tesbit etmiş oluyoruz ve yeni ilâve ettiğimiz ikinci madde ile diyoruz ki: ‘Türkiye Devletinin dini; Dîni İslâmdır, resmî lisanı Türkçedir’. Bu vaziyet zaten mevcuttur ve aslidir. Bununla bu hakikati dahi ifade etmiş bulunuyoruz ve bu ifadeyi de şeref addetmiş oluyoruz.” diyerek Türkiye Devleti’nin dininin Anayasa’da yazmadığı zamanlarda da İslâm olduğunu açıklamıştı.
Madde görüşmelerine geçildiğinde ikinci madde hakkında tekrar söz almış “Encümenimiz Teşkilâtı Esasiyeye ait tetkikatında devam ettikçe diğer mevaddı da arz edecektir. Diğer mevad arasında edyanın serbestisi, kanun dairesinde mahfuziyeti zikrolunacaktır. Bir suitefehhüme meydan verilmemesi için bunu şimdiden arz ediyorum.” açıklamasını da eklemişti.
İkinci madde hakkında Karahisarı Şarki Mebusu Mehmed Emin Bey ve Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi de söz almışlardı. Mehmed Emin Bey yeni kurulan Cumhuriyeti “Allah’ın kurdurduğu ilahi hükümet” olarak nitelendirmiş, “Ondört asır evvel, Peygamber Muhammed’in Mekke duvarlarında kurduğu Hükümeti, bugün de Türk Milleti Ankara’ya kurmuştur.” ifadelerine yer vermişti. Şeyh Saffet Efendi de “Biz bugün Teşkilâtı Esasiyemizde Cumhuriyeti tasrih etmekle tamamiyle Hulefayı Raşidîn Efendilerimizin devrine rücu etmiş bulunuyoruz.” şeklinde açıklamalarda bulunmuştu. Konuşmasının tamamı şöyleydi:
“Efendiler! Fiilen ve hakikaten mevcudolduğu halde, Teşkilâtı Esasiye Kanununda unutulmuş bir maddenin, sarahaten Kanunu Esasi Encümeni tarafından teklif ve ilâve edildiğinden dolayı huzuru âlinizde Kanunu Esasi Encümenine arzı şükran eylerim. İkinci maddede Türkiye Devletinin dini, Dîni İslâmdır deniyor, bu hakikat zaten mevcuttur. Diğer maddeleri tetkik edilirse hepsi de Dîni İslâmın esasatı üzerine kurulmuş birtakım esaslardır. Bu 93 Kanunu Esaside de sarahaten zikredilmişti. Fakat o 93 Kanunu Esasisinde diğer birkaç maddeler vardı ki, Dîni İslâmın esasatına muhalif idi, ferdî saltanatı, takviye edecek birtakım hukuklar ilâve edilmişti. Onun mevaddı sairesi dini İslâmın esasatına muhalif olduğu halde Devletin dini, dîni İslâmdır, deniyordu. Halbuki Teşkilâtı Esasiyemiz tamamiyle dîni İslâmın esasatına muvafık olduğu halde her nasılsa Teşkilâtı Esasiye Kanununun yapıldığı sırada yalnız zafer, yalnız düşmanı denize dökmek emeliyle selefiniz Meclisi Âlinin efkârı meşgul idi ve bu sebepten bu cihet unutulmuş idi. Yoksa diğer maddeleri tetkik edilince hepsinin dîni İslama tamamen muvafık olduğu görülür. Biz bugün Teşkilâtı Esasiyemizde Cumhuriyeti tasrih etmekle tamamiyle Hulefayı Raşidîn Efendilerimizin devrine rücu etmiş bulunuyoruz. Çünkü o zamanlar teşekkül eden Devleti İslâmiye (Cumhuriyeti uhuvviye) idi. Ondan dolayı teşekküratımı tekrar ediyorum.”
Bütün bu açıklamalar ışığında ulaşılacak sonuç şudur ki, Cumhuriyet rejimine 29 Ekim 1923’te değil 1921 Anayasası’nın ilanı ile birlikte geçilmiştir. 30 Ekim-1 Kasım 1922 tarihli ve 307 – 308 sayılı kararlarla da bu geçiş süreci uygulamaya yansıtılmıştır. O süreçteki yönetim şekli esasen Cumhuriyet olduğu gibi, devletin ve egemenlik yetkisini kullanan milletin dini de İslâm’dır. 29 Ekim 1923’te ise rejimin daha önce konulmayan adı ve dayandığı dini ve hukuki değerlerin adı ilan edilmiştir. Kurucu aslî iktidar olan Hakk’a tapan millet tarafından hem cumhuriyetin hem İslam dininin özü itibariyle kabulü, hem de daha sonra adlarının daha açıkça ortaya konulması eşzamanlı olarak yürütülmüştür. Dolayısıyla Cumhuriyetin ilanının adeta İslâm karşıtı bir sosyal – siyasal projeye kurban edilmesi asla doğru değildir. Bilakis Hakk’a tapan milletimizce sahiplenilmesi ve asıl ruhuna uygun bir şekilde kutlanması son derece önem arzetmektedir."